Efendim hayatınızın 35 senesini ekran başında para kazandırmak için geçirirseniz çoğu konudan bihaber kalıyorsunuz. Malum daha önceki yazılarımızı takip edenler bilirler, geçen sene ve bu sene zeytin toplama ve zeytinyağı konusunda oldukça bilgi sahibi olmuştum. Bahçe bakımı desen keza. Öğrenmenin sonu yok felsefesinden yola çıkarak daha başka neler öğrenebilirim dedim kendime. Ama işin acı tarafı bilmediklerim bildiklerimden o kadar çok ki… Son olarak balıkçılıga merak sardım. Tabii beni bu yola iten nedenler o kadar fazla ki… Şubat’ dan beri Bozcaada’da yaşayan biri için bu konu olmazsa olmaz değerinde. Anlatınca nedenini anlayacaksınız.
Efendim Bozcaada’da profesyonel ve amatör balıkçıların hemen hepsi benim her sabah gittiğim Börekçi Ünsal kardeşimin yerine gelirler. Bu insanlar benim bu konuda bihaber olduğumu bildiklerinden mi yoksa sadece bana acı yaşatıp ezmek için mi bilmem sürekli birbirlerine “balık var mıydı” diye sorup kendilerinin bir gün önce neler tuttuğunu anlatırlar. Her gün olta ve sahte (balık) siparişleri verirler. PTT ve kargo servislerinin sadece bu arkadaşlara çalıştığını söylesem abartmış olmam. Ünsal’da konuşulan tek konu budur. Daha doğrusu ben başka bir konuyu açsam bile eninde sonunda gelinen nokta balıktır.
Önceleri kendime “Ya yazık bu insanlara başka bir şey bilmezler mi” diye sorsam da sonraları kazın ayağının öyle olmadığını anladım. Benim zeytin ve bahçe bilgimde yetersiz ama o konuda en azından iki kelime laf edebiliyordum ama bu balıkçılık konusunda kelimenin tam anlamı ile sıfırdım. Cahilliğimi “bir günde elinizde balık göreyim” diyerek pislik atıp örtmeye çalışıyordum… Konuştukları balıkların hiçbirini ne duyup ne de görmüştüm. Bildiğim balık türleri restoranlarda gördüğümüz Barbunya idi tekir idi o kadar. Levrek deseniz, denizden çıkanını Cenevre’de dünyanın parasına satarlar. Zaten memlekette kalkan, lüfer ve sinariti görene aşk olsun. Ahtapot’u TV de görmüştüm ama kalamar dı, sarpaydı, Karagöz dü, küpe idi, Turnaydı, esginaydı ve daha niceleri hakkında fikrim bile yoktu. Esgina demişken gözlerinin arkasında çıkan beyaz boncuğun böbrek taşı düşürmede birebir olduğunu belirtip havamı basayım.
Baktım bu iş böyle olacak gibi değil ve sadece kulak dolgunlugu ile olmuyor. Arkadaşım Kemal Şahin’e bir gün beni de teknesi ile balığa götürmesini rica ettim. Şüpheli gözler ile beni süzünce içinden “bu casusun ne işi var yanımızda” dediğini duyar gibi oldum. Lafı uzatmayalım aylarca süren uğraşlardan sonra bir punduna getirip teknesine bindim. Tekne dediğim öyle filmlerde gördüğümüz kılıç balığı avlanan teknelerden değil. Son derece mütevazi ama bir o kadar da sevimli bir tekne. Önde bir kamerası var onunda altında ise denize temas eden yerlerinde iki küçük pencere. “Sen ordan bak” dedi. Bakıyorum da aşağıda balık filan yok. Neyse lütfedip tekneye almışlar ukalalık edecek halimiz yok. Yanımızdaki diğer arkadaş profesyonel balıkçı, Metin. Fazla konuşmayı seven biri değil. “Ne işi var bu düztabanın yanımızda” der gibi bakıyor…Bir gece önceden ağları attıkları bölgeye doğru gidiyoruz. Kemal her geçtiğimiz yerde bölge hakkında bilgi vermeyi ihmal etmiyor. Böylece tepedeki yeldeğirmeninin ne zamana kadar hizmet verdiğini, 1915’te Gökçe adasında müslüman Türkler ile savaşmak istemeyen İngiliz ordusundaki bazı askerlerin yine İngilizler tarafından nasıl topluca imha edildiğini öğreniyorum. Karabataklar ve martılar havalanıyor. Zaten martılar işi cozmus hep peşimizdeler. Birazdan onlara ziyafet var…
Neyse ağları attıkları yere varıyoruz. Eyvah! Ağlar birbirine karışmış. Birazdan “Düztaban teknede” denileceğini hissediyorum. Kötü bir duygu… Birkaç küçük balıktan sonra Mercan ve Barbunyalar gelmeye başlıyor. Metin hemen barbunyaların derisini yüzüyor ve balık kırmızılaşmaya başlıyor. Balıklar geldikçe ben onlardan daha çok seviniyorum. Seviniyorum ama bir yandan da o balıkların gözümün önünde can vermesi beni üzüyor. “Ee adam balık yemiyor musun” diyeceksiniz ama üzülmemek elde değil. Kendimi balığın yerine koyuyorum. Kemal kancası ile ağları çekiyor, Metin gayet muntazam bir şekilde balıkları takıldıkları ağdan sıyırıyor bir yandan da ağları topluyor. “Kimbilir bu işi kaç kere yapmıştır” diyorum. Benim görevim dümen ve vitesi idare etmek. İdare etmek dediysem Metin ne derse onu yapıyorum ve her gelen balıkta “Metin bu balığın adı ne?” demeyi de eksik etmiyorum. “Sen de hiçbirini tanımıyorsun” diyor bana. Zaten fazla balık yok adamı sinirlendirmek en son istediğim şey! Sürekli beyaz bir şeyler geliyor. “Allah Allah diyorum bu buzlar da nereden geliyor” dememle onlar “deniz anası” cevabını almam arasında çok az bir süre geçiyor. Kendimi aptal gibi hissediyorum. En iyisi hiç konuşmamak. Derken bir hareketlenme oluyor, vay canına 20 santim ötemde canlı bir ahtapot. Bir yandan yiğitliğe bok sürmek istemiyorum ama bir yandan da tedirginim. Hayvan canlı! Metin hemen bıçağını kafasına saplıyor ve oradan kovaya atıyor hayvanı. Derken bir tane daha. Neyse biraz olsun rahatlıyorum. Belki Torik, lüfer filan yok ama hiç yoktan iyi. Sonra kalamarlar geliyor. Kalamarı sadece tabakta gördüğüm için bana çok ilginç geliyor. Ne oluyor derken yüzüme gelen sıvıların kalamarın mürekkebi olduğunu anlıyorum!
Dönüş yoluna koyuluyoruz. Onlar ağları yine muntazam şekilde tanzim ederken bana dümeni bırakıyorlar. 11-12 yaşında büyüklerimin beni Ankara Gençlik Parkına götürdükleri zamanlardaki gibi çocuksu bir mutluluk var içimde. İlk kürek çekmeyi orada öğrenmiştim. Hep gitmek isterdim. Acaba yine gitmek istesem Kemal ve Metin götürürler mi beni?
Şanslı kalın, iyi pazarlar
Atalay
Yorum